O yıllarda, aynı rakımda, aynı iklimde ve aynı güzellikteki Trabzon dağlarında ne vardır ? Çileli, yokluk içinde bir yaşam.
Bugün Uzungöl olarak bildiğimiz Şerah o yıllarda, ilkel tarım yapılan, verimsiz hayvancılıkla ayakta durmaya çalışan bir dağ köyüydü. Trabzon’un hatta Anadolu’nun farklı yerlerindeki birçok dağ köyü gibi.
Şerah’tan askere gitmek isteyen bile Çaykara’ya ulaşmak için tüm gün sürecek bir yaya yolculuğuna mahkumdu. İlçeye ulaşsa, Trabzon’a gitmek için bineceği kamyonun Of’a inmesi bile en az 2 saat sürerdi.
60’lı, 70’li yılları geçelim. Benim çocukluğumda, 80’li yıllarda bile bu çile aynen devam etti. Bu zorlu hayattan çıkış yolu ya okumak ya da gurbete gitmekti. Onun için bölge insanı yüksek tahsillidir. Ve onun için Samsun’dan, Zonguldak’a, Düzce’den Bursa’ya, Avusturya’dan Almanya ve İsviçre Alplerine kadar sayısız coğrafyada gurbete çıkmış insanlarımız vardır.
Dursun Ali İnan. Bu ismi kaç kişi biliyor? Bana göre o bölgemizin Uzun Mehmeti’dir. Uzungöl’ün hikayesi, onun hikayesidir.
Dursun Ali İnan’ın James Bond filmini izlemesine gerek yoktu. Alpleri bizzat gördü. James Bond filminden 10 yıl sonra, 1974 yılında Şerah’a döndü. Herkesin terk etmek istediği yerde, köyündeydi. Kazma kürekle havuzlar kazdı. Dereden topladığı alabalıkları bu havuzlarda yetiştirmeye başladı. Kazandığı markları boş işlere harcadığını düşünen köylüler ona “deli” dedi. Yem yoktu. Balıkları doyurmak için hayvan kanıyla, odun talaşını karıştırıp ürettiği kurtcukları kullandı.
Yaylalardan tereyağları topladı. Tereyağında kızartılan dünyanın en lezzetli alabalığını müşterilerine sunmaya başladı. Lezzeti, hizmeti önce Çaykara’da, sonra Trabzon’da, yıllar içinde de tüm Türkiye’de duyuldu. İşi büyüttü. Ahşap kulübeler yaptı. Artık konaklama imkanı da sunuyordu. Uzungöl’ün fotoğrafları her yerdeydi. 90’lı yıllar boyunca yerli turistlerin gözde mekanıydı Uzungöl.
Köylüler bir zamanlar “deli” dedikleri kişinin peşinden gitmeye başladı. Kuralsızlıkta ondan sonra başladı.Köy evini bozan otel yaptı. Ahırlar bile odaya çevrildi. Betonlaşma, çarpık yapılaşma derken Uzungöl bugünkü tanınmaz haline geldi.
Dursun Ali İnan bugün Uzungöl’e bir müze kurdu. Müzede eski çileli hayatın eşyaları sergileniyor. Aynı dönemde aynı ağır şartları yaşamış annem de köy evimizin bir bölümüne eski eşyaları yerleştirdi. Siniler, bakır taslar, tavalar.
Eskiye özlem için değil bu yapılan. Yeni, rahat yaşama kavuşmanın, bugüne nasıl gelindiğinin unutulmaması gereken hikayesini diri tutmak için bunlar.
Sabah gün ağırmadan kalkıp sırtta yükle dağ başına çıkan. Tüm gün ot kesip, akşam da sırtında yüzlerce kiloyla saatlerce yol yürüyenlerin hikayesi bu. Bugün market poşetini eve taşımakta zorlananların asla anlayamayacağı bir çile. Üstelik bu çile ne karşılığında. Sadece karın tokluğu. Bir bağraç yoğurt, bir kap peynir, bir tas tereyağı. Döngü buydu. En baştan aynı işleri yapıp, hep aynı ürünleri almak.
Ne zaman ki Dursun Ali İnan bir ışık yaktı. İşte o zaman yöre insanı kendince bir çıkış yolu buldu.
Bugün memlekette tereyağı bulmak, süt bulmak zorlaştı. Artık kimse o emeği vermek istemiyor. Kolay alanı yapmak, turizmden pay kapmak istiyor.
Antalya’ya iş için gittiğimde öğrenmiştim. Turizmden önce sahiller verimsiz olduğu için damatlara, dağlık araziler, yayla evleri evlatlara bırakılırmış. Gün geldi, o yaz sıcağını çeken damatlar zengin oldu. Yaylada kalanlar parayla denize girmek zorunda kaldı.
Şimdi Trabzon’un dağ köylerinde damatlar da oğullarda, gelinler de kızlar da aynı imkana sahip. Her yıl kayan toprağı sırtında yukarı taşıyıp, ektiği bir avuç mısır ve fasülye ile hayat mücadelesi vermek zorunda kalanların artık bir seçenekleri var.
Dere kenarına masa sandalye atan kör bir halde turizmden pay kapma derdine girdi. Dursun Ali İnan ilk konaklama tesisini açtığında ahşap bungalov evler kullanmıştı. Dağ köyü havasında, Uzungöl’ün muhteşem doğasına uyumlu. Sonra ne oldu ? Para kazanma hırsıyla, denetimsizlik ve vurdumduymazlıkla biz bile kendi Uzungölümüze yabancı olduk. Gidemez, gitsek eski eşsiz halini bilenler olarak sızlayan gözlerle etrafa bakmak zorunda kaldık.
Sadece bir günde, tüm yıl kazanacaklarından fazla para kazanma şansı vahşi bir yağmaya yol açtı. Bunu müdahale etmesi gereken yine biziz. “Bu insanları niye ayıplıyoruz ki ? Aynı imkana kim sahip olsa, aynısını yapmaz mı? Burada kural koyması gereken devlet. Denetlemesi gereken yerel idarecilerdir. Bölge insanı değil” diyenler de haksız değil elbette ama yine hatırlatmak isterim, toprağımıza ilk elden biz sahip çıkmak zorundayız.
Ancak iki konuyu karıştırıp şunu da yapanlara tepki göstermek en doğal hakkımız.
Bizim zenginlerimiz ilk fırsat bulduklarında Dubai’ye gider. Bununla da övünür. Dubai’dan İstanbul’a, Batının zengin başkentlerine, Londra’ya, Paris’e, Roma’ya sayısız uçuş var. Aynı Dubai’den Trabzon’a yaz boyu günde 10 uçakla sefer yapılması kimi neden rahatsız ediyor? Körfez zenginleri Londra’da lüks mağazalarda para harcarken oluyor da, Çaykara’da bir dere kenarında, Uzungöl’de yasal bir tatil yapmaları kimi neden rahatsız ediyor ? Bu insanlar turist. Pasaportlarıyla geliyor, yasal şekilde giriş yapıyor, bölge insanına para bırakıp gidiyor.
Benim amca oğlu bile tüm çocukluk boyunca en sevimsiz iş olarak gördüğümüz fındık toplamayı büyük bir şevkle yapıyor. Bir avuç yaş fındıktan kazandığı para bütün bir çocukluğumuzun toplam mahsülünün getirisinden fazla. Topluyor ve ufak büfesinde turistlere satıyor. O kazanıyor. Vergi veriyor. Ülke kazanıyor. 90’larda aynı kazancı eski Sovyet vatandaşlarıyla yapılan ticaretle kazanıyordu. Bugün Körfez ülkelerinden gelen Araplarla kazanıyor.
Trabzon ve Trabzonlu bu ülkeden ayrı değil. Siyasi yelpazesi Türkiye’nin minyatörü. Toplumsal yapısı, ekonomik şartları da öyle. “Betonlaşmanın olmadığı yer mi var ? Plansızlıktan, yağmadan muaf bölgemiz, şehrimiz kaldı mı ?Trabzon mu, Trabzonlu mu tek başına kötü örnek olan? “ diye haklı sorular sorabiliriz. Soru sormak değil, bize yakışan cevaplar vermek zorundayız. Bize yakışan cevap Uzungölümüze, yaylamıza, deremize, güzelliklerimize her zamankinden daha sıkı sahip çıkmak.
Başka niyetlerle oluşturulmak istenen antipatinin sosyal medyada karşılık bulması bir Trabzonlular için kahredici. Ötekileştirme, nefret bazılarımız için yabancı konulardı. Bu sayede görmüş olduk, empati yaptık.
Antalya’da bir Rus’un, Marmaris’te bir İngiliz’in harcadığı para para da. Uzungöl’de bir Kuveytli’nin, Katarlı’nın hatta Kuzey Iraklı bir Kürt’ün harcadığı para para değil mi? Toplam turizm gelirinde yeri yok mu bu harcanan paraların?
İsviçrelilerin daha 1964 yılında sahip olduğu refaha, imkanlara sahip olmak hepimizin hakkı. En başta da annem gibi yokluk içinde çileli hayat sürmüş tüm insanlarımızın hakkı.
Hak ettikleri tatillere gidememenin sebebini sorgulamayan, yaşadıkları şehirlerdeki çarpıklıklara ses edemeyenlerin popülist bir şekilde Arap turistler üzerinden Trabzon’a ve Trabzonlulara saldırmaları en hafif tabiriyle iki yüzlülük. Antalya’da, Ege’de Rusların, Batılı turistlerin önüne serilen imkanlar. Yağmalanan koylar, yakılan ormanlara haklı tepki gösterirken turistleri mi suçluyoruz? Oranın yerlisi insanımızı mı suçluyoruz. Hep birlikte sorumluluk hissediyoruz. Ama söz konusu Trabzon olunca ‘Arap seviciliği’, ‘sorsan bunlar milliyetçi’ diyerek yapılmak istenen ne? Bu gizli ırkçılığın sebebi ayrı ve önemli bir sosyolojik araştırma konusu.
Ama bu iki yüzlülüğe cevap vermenin en doğru yolu, Uzungöl başta olmak üzere derelerimize, ormanlarımıza, yaylalarımıza her zamankinden daha fazla sahip çıkmaktan geçiyor. Rüyalarımızdaki hayatı, doğal sağlıklı yaşamı istiyorsak bunu yapmak zorundayız. Elimizdeki en kıymetli varlığımız doğamız. Onu korumak, kollamak zorundayız. Annem babam köyümüzdeki dede evimizi aslına uygun olarak yeniledi. Ahşap evimiz betondan komşularının yanında soylu bir kale gibi. Annem başta, insanımızın çoğu evlerini bırakın satmak kiralamak bile istemiyor. Geceliğine 500’er dolar vermeye hazır turistler olduğu halde bunu yapmıyor. Çoğunluk deresinin, doğasının, memleketinin kıymetini biliyor. Geri kalanlara bunu hatırlatmak için de sabırla bekliyor.
James Bond’un dediği gibi, ‘rüya gördüğünüze dair rüya görüyorsanız, uyanmak üzeresiniz demektir’. Rüyayı kabusa çevirmek isteyenlerin durdurmak elimizde. Şerah’dan Van’a zorunlu iskanla göç etmek zorunda kalanlar gittikleri kurak toprakları yeşillendirdi. İlk yıllar Uzungöl kayısına gelip, “biz bu güzelliği nasıl bırakıp gittik“ diye hayıflanıyorlardı. Bugünkü Uzungöl’ü gördüklerinde aynı duyguyu yaşıyorlar mı ? Emin değilim. Bizim kültürümüzde yağma, bozma, betonlaştırma yoktu. Dursun Ali İnan’ın gösterdiği gibi yenileme, ihya etme, cesaretle yeni bir yol açma vardı. Bu yolu çıkmaz hale getirenlere karşı hala bir çıkış yolumuz var. Hep birlikte güzel günlere uyanmak dileğiyle.
Konuk yazar: Özgür Hasan Altuncu