Bir süredir kendimi süreci tersten algılayan #anakronik bir toplumda yaşayan, duyuları mevcut gerçekliğe kapanmış bir birey gibi hissediyorum; algımın ötesinde, başka bir alemde…
Bu tanımı ilk duyduğumda garipsemiştim, bilenleriniz vardır.
Çok kısaca anakronik sıfatını “zamanı ya da modası geçmiş” olarak ifade edebiliriz. Kelimenin kökeni ise elbette Yunancadan; “zamana uymayan”, “tarihlendirme hatası” gibi anlamlara geliyor. İsim hali anakronizm. Wikitarih bu tanımı “bir tarihi olayın veya olgunun ortaya çıktığı dönemi hakkında yanılma, dönemleri ve çağları birbirine karıştırma” şeklinde özetliyor. Malazgirt Savaşı’nda ateşli silahların kullanıldığını düşünmek gibi, diyerek de örnekliyor.
Buraya nereden geldin derseniz de biz de içinde bulunduğumuz durum/dönem hakkında kitlesel bir yanılgı içindeymişiz gibi hissediyorum. Elimde değil; belki de bir nevi çıldırma bu, bir tür algı kayması. Anakronizmde tarihi olayları bugünün olguları, değer yargıları ya da imkanları ile değerlendirmek söz konusu iken, bizde ise bugünü geçmişte yaşıyormuşuz gibi bir halüsinasyon içinde geçiriyoruz duygusu hasıl adeta.
Misal bahçe biberinin kilosunun 40 ile 140 TL arasında borsa misali inip çıktığı sadece bir haftalık zaman dilimi içinde; damacana suyu 2 kez zamlı fiyatlarla alan, araba deposunu geçen aya göre neredeyse iki kat bedele doldurtan, arkadaşlarıyla bir cumartesi eğlencesine çıkıp, ana yemeksiz 5 çeşit mezeli-aslan sütlü bir yemek, üstüne iki kokteyle toplamda 1000 TL bırakan, ertesi gün marketten adetle sipariş edilmiş domates-salatalık-yumurta-portakal-peynir ile dolu bir torbaya yaklaşık 150 TL ödeyen bir vatandaş akşamına güzelce uykusuna yatıp, yeni haftasına 900 TL’lik uçak biletini alıp, şehirlerarası otobüs fiyatına (ort. 300 TL) ulaşacağı havaalanından Bodrum’a 200 liralık lahmacun yemeğe gitmeyi planlayarak başlayabiliyor. Gitmeden önce de yerli bir markadan 1.250 liraya aldığı terliği iyi fiyata kaptığı için sevincini arkadaşıyla paylaşıyor; zamlanan süt fiyatları yüzünden şaşkın ama “iyi” iki çocuklu manikürcüsüne 100 lira bırakıyor; kirasına %35 zam yapılan kızgın ama “iyi” arkadaşını “%50 yapılmadı ya, çok iyi işte” diyerek teselli ediyor; 1.800 lira verip bir profesör doktora kontrole giden arkadaşının “iyi” olmasına seviniyor. İyiyiz yaa… Yani var bir tuhaflık ama yine de eskisi gibiyiz işte. Çok yakın geçmişteki gibi… Realite ise algımızın bir tık ötesinde.
Realite, yoksulluk sınırının 20.000 liraya dayandığı…
Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu mayıs ayı raporunu açıkladı geçenlerde. Buna göre Türkiye’de dört kişilik bir ailenin açlık sınırı asgari ücreti geçerek 6 bin 17 TL’ye, yoksulluk sınırı ise 19 bin 602 TL’ye çıkmış durumda. Haziran sonunda çıtanın daha da yükseleceği garanti. Orta düzeyde, uzman bir beyaz yakalının tek başına bir ev tutup, mütevazı bir hayat sürmesi bir emeklinin aynı şartlarda bir yaşam sürmesi ile eş değer zorlukta. Çalışan ile emekli, mavi yakalı ile beyaz yakalı arasında artık yaşamsal kaygılar açısından bir fark yok. Sosyal adalet hiç olmadığı kadar eşit. İnsanlar zeytini sayarak yiyor, tuvalet kâğıdı biteceği zaman strese giriyor, ciddi ciddi sigarayı bırakmayı düşünüyor; bir tür “pahalılık anksiyetesi” içindeler ama “iyi”ler yaa…
Öte yandan toplumsal hoşgörü, anlayış tavan yapmış durumda. Caddelerde karşımıza anadan üryan çıkan o kendini Yunan heykeli sananlara; salt sürüngen beyin dürtüsü ile araba üstünde, parklarda cinsel ilişkiye girenlere; masa dağıtanlara, durduk yerde kafa göz kıranlara toleransımız muhteşem. Kısa bir “A,aa?” dedikten sonra hiç görmemiş, duymamış gibiyiz. Normale dönme duasındaydık, şimdi 3 maymun modunda yeni normal sarhoşuyuz adeta. Ama iyiyiz yaa…
Anakronik hataya düşenler dünün olaylarını bugünün penceresinden görür ve anlatır. Oysa sanki biz bugüne dünün gözlükleriyle bakıyoruz, içinde bulunduğumuz zamanın anlattıklarından kendimizi soyutlamışız adeta. Sanki Gotham’a ışınlanmışız ya da damakta kekremsi bir tat bırakan bir rüyada gibiyiz. Uyanamıyoruz, aksiyon alamıyoruz, fikir-çözüm üretemiyoruz, öylece bakıyoruz…
Instagram
Web
Linkedln